Y

Yine Yeniden Merhaba ve Melbourne Dolayları

Pek disiplinli bir blog yazarı olmadığım pekçoğunuzun malumu. Dönem dönem büyük bir motivasyonla “merhaba”, “yeniden merhaba”, “bir kez daha merhaba” diyerek buralara döndüğüm ve çoğu zaman da o merhaba yazısıyla kaldığım da alemlerde bilinen bir gerçek. 

Buralara uğramayalı ne kadar çok zaman olmuş!

Epeydir yazamadığımın, bir şey paylaşamadığımın farkındaydım farkında olmasına da, zamanın bu denli hızlı geçtiğine şaşıyorum yine de!

İlk başta söylenecekleri aradan çıkarayım öncelikle; yeniden Kıbrıs’tan bildiriyorum. 4 yıllık Londra döneminden sonra tekrardan yuvaya döndüm. 

Londra’da çok güzel zamanlarım oldu ve bu güzel şehir kalbimin hep bir köşesinde duracak. Ancak eve dönmenin de bana verdiği bir huzur var.

Gerçi, Kıbrıs’ı bıraktığım gibi bulduğumu maalesef ki söyleyemeyeceğim. Şimdilerde buralarda her yerden harıl harıl bir bina kaldırılmaya çalışılıyor. Evimin bulunduğu sokak bir şantiyeye dönüşmüş durumda, güzelim Girne desen gecekondu bölgesinden hallice. 

Ben bıraktığımda evimin çok güzel bir dağ manzarası vardı, şimdi ise ülke kültürünün vasatlaşmasının bir anıtı niteliğindeki bir sitenin yarattığı manzaraya bakıyorum dağ niyetine. Bazen burası neresi ben kimim diyorum! 

Bu durum yine de az önce bahsettiğim hissiyatımı değiştirmiyor. Dostlar arasında olmak çok güzel. Zaten bir yeri esas güzel kılan da sevdiklerinin varlığı neticede diyerek bu konuyu şimdilik noktalıyorum.  Yoksa konuşursam aman sabahlar olmasın derecesinde yazacak kadar doluyum.

Son 4-5 ay benim için oldukça koşuşturmalı bir dönem oldu. Londra’daki evi taşı, Kıbrıs’taki evi kur… Koli yap, koli aç… Evinden ayrılırken duygusallaş, mahallenle, sevdiğin şehirle vedalaşırken üzül… Her yeni buluşmayla mutlu ol derken inişli çıkışlı bir dönem oldu dersem yalan olmaz. 

Araya bir de çok önceden ayarlanmış olan, ama bu terane içinde gidene kadar bir türlü yoğunlaşamadığım bir Melbourne seyahati sıkıştı. Onu da yap, bunu da yetiştir derken bir baktım ki Melbourne için valizimi hazırlıyorum. 

Böyle bir duyguyla uçtum Melbourne’a. İlk haftayı Melbourne’da, ikinci haftayı ise Victoria eyaletindeki farklı kasabalarda kalarak geçirdim.

Melbourne’a dair aklımdakiler jetlag hissimden geriye kalanlardan ibaret maalesef. Daha önce de uzun uçuşlar yapıp saat farkının olduğu seyahatlere çıktım ama hiçbir seferinde bu denli jetlag manyağı olmamıştım.

Ben uykusuzluğa dayanamayanlardanım. İki gün düzgün uyumazsam depresyonun kıyısında hissediyorum kendimi. Jetlag etkisiyle uykularım yalan olunca, Melbourne’daki zamanımı da azıcık depresyonlu geçirmiş oldum. Üzerine iki gün beni nakavt eden mide üşütmesini de eklersek, bu sefer yamuldum dersem yeridir. 

Ancak herseye rağmen, güzel, ilginç, yeşil, canlı ve oldukça ferah bir şehir olarak hatırlayacağım Melbourne’u. 

Bu seyahate, taşınma teranesi içinde, hiçbir plan yapamadan, akışa göre hareket ederim diye kararlaştırarak çıkmıştım. Ve ilginçtir ki, planlama delisi bir insan olarak planıma sadık kalmayı başardım.

Melbourne’de şansıma karşıma iki tane çok güzel sergi çıktı. Planlasam bu kadar olmazdı derler ya, benimkisi de tam o hesap.

ilk günümde, bilmeden Melbourne Müzesinde denk geldiğim 60’lar kuşağının devrim ve değişim ruhunu etkileyici bir biçimde anlatan Revolutions: Records and Rebels isimli sergi benim için güzel bir başlangıç oldu.

Sergi girişinde dağıtılan kulaklığımdan dinlediğim Beatles tınıları ve yine 60’lara ait pek çok diğer parça eşliğinde dolaştım sergiyi. 1966-70 yılları arası dünyayı saran devrim ruhunun; modadan çevre aktivistliğine, müzikten politika ve teknolojiye varan pek çok alanda yarattığı etkileri ele alan oldukça geniş ve çok güzel düzenlenmiş bir sergiydi. Denk geldiğime mutlu oldum. 

Ancak beni esas sarsan sergi, yine tamamen spontane bir şekilde şehirde dolaşırken karşıma çıkan NGV’de denk geldiğim Civilization isimli fotoğraf sergisi oldu.

Benim için sarsıcıydı çünkü son dönemlerde aklımı kurcalayan; şehirlerde kendimiz için kurduğumuz yaşam tarzı, insanlığın evrildiği “medeniyet” seviyesi, bundan sonrasının nereye doğru gideceği, bunun iyi mi kötü mü olduğu, benim kişisel olarak tüm bu yapının neresinde durduğum gibi kavramları iyice sorgulamama neden olan ve depresyon hissimi iyice körükleyen bir sergi oldu. Velhasıl hissiyatı kuvvetli bir sergiydi, bir yerlerde denk gelirseniz gitmenizi tavsiye ederim. 

Spontane takılmaya karar verince, kalbimin ve ayaklarımın beni götürdüğü yerlerde dolandım haliyle. Önceden gitmeyi aklıma koyduğum tek bölge ise Fitzroy’du. 

Fitzroy, Melbourne’un hipster cenneti olarak tanımlanıyor internet ortamlarında. Ben sakin semt havasını sevdim en çok, aynı zamanda da tek katlı mütevazi evlerini, bu yaşam alanları arasında karşıma çıkan graffitileri, kumaş dükkanlarını ve cafelerini. 

Café demişken, Melbourne kahve kültürüyle bilinen bir şehir ancak ben denediğim kahvelerde bir türlü alıştığım tadı yakalayamadım. Genelde denediklerim benim için fazla aromatikti. 

Melbourne’de denk geldiğim en güzel kahveyi  ise muhtemelen tadı benim damak zevkime daha yakın olduğu için olsa gerek Fitzroy’daki bir İtalyan Cafesi olan Marios’ta içtim. Dışarıda yağmur yağarken bilmeden daldım bu cafeye yürümekten yorulmuş bacaklarımı dinlendirmek ve bir kafein molası vermek için. Bir kahve siparişi verdim önce, küçük bir tereddütten sonra bir dilim de meyveli tart lütfen dedim. Kahve o kadar güzel geldi ki ikincisini de söyledim ve uzunca bir süre cafede oturup geleni geçeni izledim. 

Sonrasında Marios’un hemen yanındaki kitapçıya geçip uzun uzun yemek kitaplarını inceleyerek aylaklık ettim. Farkettim ki, bilmediğin bir şehirde, şunu da göreyim bunu da göreyim hissine kapılmadan telaşsızca vakit geçirmek pek güzelmiş.

Anlayacağınız yaşlanıyorum artık telaşeye gelemiyorum kuzum! 

Melbourne’da ilginç bulduğum bir diğer nokta ise Asyalı nüfusun göze çarpan yoğunluğuydu. 2016 nüfus sayımına gore Melbourne’da Çinli nüfus toplam nüfusun yüzde 8.5’ini oluşturuyormuş. Ancak merkezde, muhtemelen üniversite öğrencilerinin de katkısıyla bu nüfus çok daha yoğun hissediliyor. En azından bana öyle geldi. Etraftaki çok sayıdaki uzak doğu restoranının da etkisiyle özellikle şehir merkezindeki semtlerde çoğunlukla bir Asya şehrinde vakit geçiriyormuşum gibi geldi dersem yalan olmaz. 

Melbourne’un güzel ve yaşanılası bir şehir olduğu yadsınamaz bir gerçek. Ancak Avustralya seyahatimin benim için esas ilginç olan kısmı Melbourne dışına çıkıp farklı yerlerde kalarak geçirdiğimiz zamandı. Kardeşceğizimin yaptığı süper organizasyonlar sayesinde çoğunlukla doğadaydık ve bol bol yürüyüş yaptık.  Doğada vakit geçirmek insanı ne çok rahatlatıyormuş tekrardan hatırladım.

Her akşam farklı bir motelde konaklamak, kaldığımız motellerin Amerikan filmlerinde görmeye alıştığım tarzdaki dekorasyonu, yollarda olmak ve geçtiğimiz kasabaların zamanda donmuş hissi veren halleri de oldukça ilginçti benim için.  Tüm seyahat boyunca nedenini tam açıklayamasam da, geçmişte bir zamandaymışım hissi çok baskındı. Bir de izolasyon duygusu. 

Avustralya’da yoğun bir nüfus olmadığı hepinizin malumu. Sanırım bu duruma ek olarak evden çok uzaklarda, farklı bir iklimde ve apayrı bir zaman diliminde olmak, bahsetmiş olduğum izolasyon duygusunu tetikliyor. Ben şimdi eve gitmeye kalksam nereden baksan 20 saat diye düşününce bir garip hissediyor insan. 

Seyahatimizin ikinci haftasında; sırasıyla Wilsons Promontory’e yakın bir kasaba olan Foster’da, Phillip Island’da, Great Ocean Road üzerindeki Lorne’da, Warrnambool’da, Halls Gap’ta ve Ballarat’ta kaldık.

İlk durağımız olan Wilsons Promontory’i benim için unutulmaz kılan bir kanguru sürüsüne denk gelmemizdi. Onların hemen yanında takılan yabani devekuşları ve aynı bölgedeki su birikintisine gelen beyaz papağanların yarattığı manzara ise rüya gibiydi.

Kanguru gören masum köylü olarak ağzım açık izledim bu tabloyu. Aynı bölgede yaşayan wombatlar ise ortamın en havalı elemanlarıydı. Diplerine kadar gitsen bile istiflerini hiç bozmadan otlanmaya devam ediyorlar. 

İkinci durağımız olan Phillip Island’da şansımıza hava da güzel olunca şahane manzaralı parkurlarda uzun yürüyüşlere çıktık. Yürüdükçe insan daha çok yürümek istiyor. Şu anda oturdukça daha çok oturmak istediğim gibi!

Ancak seyahat boyunca genel olarak hava konusunda çok şanslı olduğumuz söylenemez. Hala Yaz mevsimini yaşamakta olan sıcak Kıbrıs’tan sonra İlkbaharın ilk zamanlarını yaşamakta olan Güney Yarımküre’de yüzüme çarpan soğukla biraz sarsıldım doğrusu.

Phillip Island sonrası yolumuza Great Ocean Road ile devam ettik. Burayı çok merak ediyordum. Her yerde çok güzel yorumlar duyuyordum buraya dair, gerçekten de öyleymiş. Sadece arabada Great Ocean Road boyunca seyahat etmek bile çok güzel bir tabloya bakmak gibi geliyor. 

Avustralya aynı zamanda sörf cenneti. Great Ocean Road üzerinde çeşitli noktalarda sörf yapanlara denk geldikçe, karanlık hafızamın derinliklerine gömülmüş olan 90’larda TRT’de yayınlanan Paradise Beach dizisini hatırladım. Benimle aynı kuşaktan olanlarınız varsa hatırlayacaktır. Avustralya’da yaşayan bir grup güzel ve yakışıklı gencin yaşamını konu alan bu dizide, bu gençlerin hayatı sahilde ve bolca sörf yaparak geçiyordu. Dizinin iki yakışıklısı vardı; Kirk ve Sean! Dizinin yayınlandığı dönemin teenager kızları olarak okulda Kirk’çü ve Sean’cı olarak ikiye ayrılmıştık. Ben Sean’cıydım. Bu gereksiz bilgi ile ne yaparsınız o da size kalmış!

Great Ocean Road üzerinde biz Lorne isimli kasabada kaldık. Burası seyahatimiz boyunca en çok hoşuma giden yerlerden biri oldu. Okyanus kenarında oldukça dingin bir kasaba olan Lorne aynı zamanda güzel mimarili evleriyle de oldukça tarz sahibi bir yerdi. Kısacık kalmamıza karşın aklımda iz bırakan yerlerden oldu.

Avustralya seyahatimizin sonuna doğru Grampiens doğal parkının ortasında bulunan Halls Gap köyünde kaldık. Burada da bolca yürüyüş ve tırmanışla geçen bir günü geride bıraktıktan ve bölgede bulunan oldukça güzel Hint restoranında bugüne kadar yediğim en acı yemekle ağzımızı burnumuzu dağıttıktan sonra, ertesi sabah son durağımız olacak Ballarat’a doğru yola düştük. 

Eski bir maden kasabası olan ve bu vesileyle de zenginlik ve görkemini hala net olarak hissedebildiğiniz Ballarat, eski bina ve evlerin olduğu gibi korunduğu film seti gibi bir kasabaydı. Ballarat da keyifle vakit geçirdiğim bir diğer durağımız oldu. Şansımıza şehirde fotoğraf bienaline de denk geldik, şahane oldu. Ballarat’ta da sanata doyduk çok şükür!

Böylelikle iki haftalık Avustralya seyahatimizi tamamlayarak toplamda 20 saat sürecek uçuşumuz için havaalanına doğu yola koyulduk. Cebimde anılar, mutluluklar ve yeni umutlarla…

Şaka be şaka! 

……uçuşumuz için havaalanına doğru yola koyulduk. Valizimde Melbourne restoranlarının öne çıkan tariflerine yer veren bir yemek kitabı, Fitzroy’daki kumaşçıdan dayanamayıp, ben bunla ne güzel ceket diktiririm diyerek, aldığım 2.5 metrelik kumaş, Fitzroy’daki Hunter Gatherer’dan aldığım eski bir ceket (vintage şekerim!) ve tüm seyahat boyunca yiyip durduğum ve dayanamayıp beraberimde eve getirmek için aldığım 3 paket mısır krakeriyle…

Hasılı kelam yine yeniden, yeniden yeniden ve yine Merhaba…

KategorilerGenel