Şuraya Mexico City’e dair ne yazayım diye bakıp bakıp duruyorum, yazıp yazıp siliyorum.
Mexico City, Meksika gezimin başlangıç noktasıydı. Fakat böylesi devasa bir şehirde sadece iki gün gibi oldukça az bir zaman geçirince ve geçirdiğim iki günün birinde bastıran yağmurla birlikte mecburen günü ağırdan alınca, üzerine bir de jetlag olmuş bünyemi ekleyince Mexico City’e dair hatırladıklarım kaçınılmaz olarak bölük pörçük oluyor.
Mexico City’deki ilk günümüze Zocalo Meydanı’ndan başlamaya karar veriyoruz. Aklımda James Bond filmi Spectre’nin etkileyici açılış sahnesinden beri takılı duran bu meydanı görmek için sabırsızlanıyorum. Mexico City gezimizi oldukça kolaylaştıran Uber üzerinden çağırdığımız arabaya atlayarak Zocalo Meydanı’na doğru yola çıkıyoruz. Yaklaşık 20 dakikalık bir yolculuğun ardından Zocalo’ya varıyoruz varmasına da bir bakıyorum ki Meydan’da turizm fuarı gibi bir etkinliğin standları ve harıl harıl hazırlığı sözkonusu. Zocalo Meydanı’nı gerçek haliyle görmek mümkün olmuyor pek tabii.
Hayır ben sana fuar yapma demiyorum ama benim geldiğim güne niye kuruyorsun ki sen o fuarı! Neyse canımı sıkmamaya çalışıyorum ve mümkün olduğunca Zocalo’yu turlayarak güzel sanatlar müzesi- Palacio de Bellas Artes‘e yürüyoruz. Oradan da bir sonraki durak olarak yerel pazar Mercado San Juan‘ı seçiyoruz.
Çekirgeden, ördeğe, deniz ürünlerinden her türlü meyve-sebzeye ve ete varan pekçok ürünün satıldığı bu pazarın standları arasında dolaşarak, yoğun miktarda et görüntüsüne maruz kaldıktan ve et yemek konusunda hali hazırda git-geller yaşayan bünyemi darladıktan sonra İspanyolca bir menü ve İngilizce bilmeyen garsonlarla çetin bir sınava girişeceğimiz oldukça lokal bir restorana atıyoruz kendimizi. Verilen mücadelenin sonunda da menüden bilinçli bir seçim yapma şansımızın mümkün olmadığına kanaat getirip parmakla göstererek gelişigüzel birşeyler seçip ilk micheladalarımızı yuvarlıyoruz.
Yemeğin ardından, kapanmasına yarım saat kala kendimizi Frida Kahlo’nun müze olmuş evine atmayı başarıyoruz. İyi ki de gidiyoruz buraya çünkü hayatını, tavrını, sanatını oldukça ilgi çekici bulduğum Frida Kahlo’nun evini ziyaret edemesem üzülecektim biliyorum. Evin tüm bölümlerini dolaştıktan sonra akşam üzeri serinliğinde evin iç bahçesinde oturup yorgunluk atıyoruz. Kısacık bir yaşama ilginç kişiliğiyle ne çok şey sığdırmış Frida Kahlo. Bir kez daha hayran oluyorum tavrına ve yaratıcılığına.
İkinci gün, bu böyle koşuşturarak, haldır huldur dolanarak olmayacak diyerek otelimizin olduğu Condesa bölgesinde kalıp daha sakin bir gün geçirmeye karar veriyoruz. Hayır şehir zaten büyük bir de ben harita okumayı beceremiyorum. Hal böyle olunca da her gün resmen bir sınav halini alıyor. Oraya mı gidecektik buraya mı gidecektik, O yön mü bu yön mü. Biz bu sokaktan daha önce geçmemiş miydik, Aa! o sokak buraya mı çıkıyormuş, bu nasıl oldu ki ya!
Başlayıp da 3 ayın sonunda bıraktığım İspanyolca kursuna da devam etseymişim iyiyimiş. Halk genelde İngilizce konuşmuyor bende de İspanyolca yok. Ay derdimi anlatacağım da yer yön bulacağım diye yoruldum yoruldum!
Neyse işte tam da bu hissiyatla ikinci günü bilindik topraklarda geçirmeye karar veriyoruz ve sabahleyin kaldığımız otelin çok yakınındaki Park Mexico’da yürüyüşle başlıyorum güne. Park Mexico’da benim için oldukça ilgi çekici bir köpek eğitimi okuluyla karşılaşıyorum. Benim için ilginç olan kısmı 15-20 belki de daha fazla sayıda her cinsten köpeğin sınıfta oturur gibi parkın bir köşesinde uslu uslu oturarak sadece 3 tane olan eğitmenlerini efendi efendi dinliyor olmalarıydı. Bir süre orada takılıp eğitmenlerin yeteneğini hayranlıkla, köpeklerin yüzündeki bitse de gitsek ifadesini de gülümseyerek izliyorum. Zaten Mexico City’de yüzümü en çok gülümseten detay insanların köpek sevgisi ve köpekleriyle olan güzel iletişimiydi. Ne kadar çok köpek vardı etrafta yürüyüş yapan. Hepsi sahipli, hepsi bakımlı ve hepsi mutluydu. Bilemiyorum belki de Condesa bölgesine özel bir durumdu ama her yerde sahipleriyle uslu uslu takılan, yürüyüşe çıkan ya da profesyonel olarak bu işi yapanlar tarafından dolaştırılan köpekler benim için gayet hoş bir detaydı. Hayvan seven insan benim için en güzel insandır!
Condesa ise; cafeleri, renkli evleri, üç kaldırımlı sokakları ve parklarıyla gayet yeşil, oldukça güzel ve vakit geçirilesi bir semtti. Semtin ana sokağı Calle Amsterdam üzerinde gidip gelerek gayet güzel bir gün geçirilebilir bu bölgede. Aslında planımız Condesa’nın ardından öğleden sonrayı Condesa’ya çok yakın olan ve oldukça güzel ve renkli olduğu söylenen Roma bölgesini keşfederek geçirmek ve Roma’daki Contramar isimli balık restoranında kendimizi deniz ürünlerine gömmekti. Contramar’a dair plan yerine getirildi getirilmesine de devamında yağmur deli gibi yağmaya başlayınca tırıs tırıs kendimizi kapalı yerlere atmak durumunda kaldık. Roma semtini turlamak da pek tabii yalan oldu. Contramar’a gelince; yine iyi ki gitmişiz dediğim yerlerden birisi oldu. Herşey çok lezzetli ve tazeydi. Yolu o taraflara düşen olursa benim için de ton balıklı tostada yesin!Akşam saatlerinde yağmur hala ara ara devam edince, çareyi güzel bir mekanda oturmakta ve kalkmamakta buluyoruz. Otururken de Meksika’nın meşhur içkisi mezcal ile ilk tanışmamızı gerçekleştiriyoruz. Minik bardaklarda ve yanında ferahlatıcı nitelikte portakal dilimleri ile servis edilien, tütsülenmiş bir tadı olan ve alkol oranı oldukça yüksek olan mezcalle bu ilk tanışmam olsa da son denemem olmuyor tabii. Ama işin gerçeği mezcal bana biraz ağır geliyor- “garson biraz daha portakal dilimi yok mu ya!”Böylece, biraz mezcal, bolca portakal dilimi yanında da uzun bir sohbetle Mexico City’deki son gecemizi ve bu ilginç ve renkli şehirle olan kısacık münasebetimizi tamamlayıp seyahatimizin ikinci ayağı Oaxaca için toparlanmak üzere otelin yolunu tutuyoruz…