Yolculuk sabahı bir heyecanla uyanıp hazırlanıyorum. Her yolculuk öncesi nükseden obsesyonlarımı elimden geldiğince bastırmaya çalışıyorum ama yine de başaramıyorum. Yine evden çıkmadan önce muslukları, ocağı, fişleri çeşitli kereler kontrol edip duruyorum ama sonunda zar zor kendimi evden dışarıya atmayı başarıp Havaalanı yoluna düşüyorum. Aman geç kalmayım diye diye uçak saatimden çok önce işlemlerimi halledip beklemeye başlıyorum. Bu esnada da, bekleme salonunda gördüğüm Panama şapkalı İngilizlerin benimle aynı uçakta olup olmadığı konusunda tahmin yürüterek kendimi oyalıyorum. Arada bir de üzerinde varış noktası “Havana” yazan biniş kartıma bakıyorum inanmayan gözlerle. Uzun bir beklemenin ardından sonunda uçağa biniyorum. Önümde dokuzbuçuk saatlik bir yolculuk var ama allahtan korktuğum gibi bunaltmıyor yol ve sonunda güneşli bir akşam üzeri Havana Jose Marti Havaalanı’na iniyorum.
Kalbim daha hızlı atmaya başlıyor o an sanki. “İnanamıyorum, ben şimdi Küba’da mıyım!”” diye soruyorum kendi kendime “Evet! Evet! gerçekten de Küba’dayım ben! Sonunda buradayım!”. Tam da o anda geniş bir gülümseme yayılıyor suratıma. Kendi heyecanımı garipsiyorum bir an. İçimin bu kadar kıpırtılı olmasına alışık değilim, komik buluyorum heyecanımı ama sırıtmaktan da kendimi alıkoyamıyorum. Ve o an orada içi kıpır kıpır olan ben, tüm seyahat boyunca her güne aynı kıpırtı ve heyecanı hissederek uyanmaya devam ediyorum. Neticede de, hiçbir anını kaçırmak istemediğim, az uyuduğum, çok gezdiğim, yeni insanlar tanıyarak yeni hikayeler dinlediğim ve unutmak istemeyeceğim anılar biriktirdiğim 14 şahane gün geçiriyorum Küba’da.
Aslında Küba seyahatimi anlatmaya çok daha öncesinden başlamalıyım sanırım. Yıllar yıllar öncesinden! Çünkü Küba uzun yıllardır rüyalarımın hep bir köşesinde duruyordu. Hep gitmeyi hayal ediyordum ve daha gitmeden seveceğimi biliyordum. Küba’yı görmeyi niye bu kadar merak ettim ya da niye bu kadar sevdim bilmiyorum aslında. Ama ne zaman bir Küba ritmi duysam kulak kabarttım, gördüğüm her Küba fotoğrafına dikkatle baktım, konusu Küba’ya dair olan her yazıya illa ki göz attım ve hep gitmenin hayalini kurdum.
Geçen yıl Barselona seyahatimizde önermiştim birlikte seyahat ettiğim arkadaşım Seçil’e Küba’ya gitmeyi. Barselona’ya yeni inmiştik ve haldır huldur bavullarımızı yolunu bulmaya çalıştığımız otelimize doğru çekiyorduk. “Aslında ben en çok Küba’ya gitmek istiyorum. Yıllardır bunun hayalini kuruyorum” demiştim. Seçil ise “gideriz ne olacak ya!” demişti en doğal haliyle.
İnanmamıştım tabii o an. Ama sonra baktım ki iş ciddiye biniyor. Sonra yine bir baktım ki geçtiğimiz Aralık ayında bilet alıyorum. İnanılmazdı ama gerçekti! İşte o andan itibaren de zaten kendimi ara ara bu seyahatin gerçekleşeceği fikrine inandırmam gerekti. Aralık’tan Nisan’a kadar hiç geçmeyecekmiş gibi uzun gelen sürede seyahatin kendisi kadar çok sevdiğim birşey yaptım ve seyahat için hazırlandım. Küba’ya dair filmlere, belgesellere, kitaplara daldım ve bir dolu not aldım bir taraftan da Buena Vista Social Club’ın müziklerini daha bir sıklıkla dinledim durdum.
Gitmeye karar verince ne zaman gitsek araştırmasına düştük önce ve en uygun zamanın Nisan olduğuna karar verdik. Hava denize girecek kadar sıcak olacak ama bunaltmayacaktı. Aynı zamanda da yağmur mevsimi başlamamış olacaktı. İşin bu kısmını kolayca kararlaştırmış olduk.
Peki kaç günlüğüne gidecektik? Seçil’in zamanı kısıtlı, bir hafta izin kullanabilecek durumda, ben ise daha uzun kalmak istiyorum. Ne yapsam ne etsem diye düşünüp duruyorum ve sonunda yalnız başıma da olsa bir hafta erken gitmeye karar veriyorum. Bu kararımla aynı zamanda ilk yalnız seyahatime çıkmaya da karar vermiş oluyorum aslında. Tabii bu cümledeki kadar kısa ve net bir şekilde alamıyorum bu kararı. Ya orada sıkılırsam, ya eyvahlar olsun param filan çalınırsa, ya hiç kimsecikler İngilizce bilmiyorsa ve ben yemek bile sipariş veremeyip açlıktan ölürsem şeklindeki çeşitli felaket senaryolarını bir tarafa bıraktıktan ve Küba’ya gitmiş-gitmemiş çeşitli eş dost, kurum, kuruluş ve dernekten fikir aldıktan sonra tatlı canıma orada birşey olmayacağına kanaat getiriyorum ve daha uzun kalmak adına bir hafta erkenden yalnız gitmeye karar veriyorum. Ancak yine de acil bir durumda işime yarayacak her türlü alet edevat, ilaç, gıda ve kıyafetle dolu kocaman bavulumu yanıma almayı ihmal etmeyerek ve aynı zamanda anneme her gün düzenli olarak mesaj atacağıma söz vererek soğuk bir Londra sabahını geride bırakarak güneşli bir Nisan günü Havana’ya varıyorum.
Koca uçak tıka basa dolu. Herkes Küba’ya koşuyor demek ki! Dediğim gibi çok sıkılmadan bitiriyorum yolculuğu ama havaalanı kısmı o kadar çabuk geçmiyor çünkü valizim bir türlü gelmek bilmiyor. Oldukça sıcak olan Havaalanının havasız salonunda bir ömür bekliyorum sanki o valizi. Neredeyse bütün yolcular valizlerini alıp gidiyor. Ben ise bekliyorum, bekliyorum ve bekliyorum ama gelmiyor! Her tür olasılığı düşünerek seyahatini planlayan bendeniz, valizinin kaybolma ihtimaline karşı, içine saç maşası bile koyduğu (ama biliyorsunuz ki saç maşası muhim!) elde taşınan bir acil durum çantası hazırlamayı da düşünüyor elbette ki. Ancak bu, valizim bantta görünmedikçe sinirlerimin gerildikçe gerilmesini engellemiyor. Ben bu seyahati çok hayal etmiştim ve böyle kötü ve eksik bir başlangıcı hak etmiyordum. Ağlamama ramak kalmışken valizim sonunda görünüyor. Nasıl seviniyorum anlatamam. Valizi kaptığım gibi dışarıya fırlayıp derin bir nefes alıyorum.
Çok zorlanmadan kalacağım eve varıyorum. Londra saatiyle vakit epeyce geç, ben ise heyecandan farketmemiş olsam da kabul etmeliyim ki oldukça yorgunum. Dışarı çıkıp-çıkmama konusunda küçük bir tereddütten sonra Havana ile ilk tanışmamın layıkıyla olması gerektiğine karar verip tercihimi uyumaktan yana kullanıyorum.
Yarı uyuyarak yarı uyanık geçirdiğim bir gecenin ardından Havana’daki ilk günüme uyanıyorum. Valizimden hemen bir şort & t-shirt seçiyorum kendime. Ruhumu daraltan Kıştan sonra şu yazlıkları giymek bile tek başına mutluluk sebebi. Kahvaltımı yapıyorum ve dışarı çıkmaya hazırım.
Kaldığım evin kocaman, ağır ve mavi kapısını güçlüce çekip açıyorum. Güneş gözümü alacak kadar parlak, hava ise ne güzel ki oldukça sıcak. Sokağa ilk adımımı atıyorum ve yürümeye başlıyorum. Öylesine… amaçsız… telaşsız… İnsanlara bakıyorum, Kapı önlerinde aylaklık edenlere, yanımdan geçip gidenlere bakıyorum, yıpranmış da olsa hala çok güzel görünen evlere bakıyorum, sokaktaki seslere, bağrış çağrışa, duyduğum ispanyolcaya kulak kabartıyorum. Azıcık yürümek yetiyor ne şahane bir yere geldiğimi hissetmeme. Sonra adımlarımı yavaşlatıyorum, etrafıma daha dikkatlice bakıyorum ve kendimi inandırmak için bir kez daha tekrarlıyorum: “Farkında mısın şu anda Havana’dasın ve bu şehir senin hayal ettiğinden bile güzel!”