Küba gezisini planlarken hangi şehirlere gideceğim konusunda biraz kafa patlattım. Aslında en başından aklımda üç şehir vardı. Günün sonunda da döndüm dolaştım kendimi başladığım noktada buldum ve Havana, Vinales ve Trinidad’a gitmeye karar verdim.
Havana ve Trinidad konusunda tereddütsüz karar verdim de Vinales’e dair niyeyse hep bir kararsızlık yaşadım. Aslında hep güzel yorumlar okumuştum. Yok tütün tarlaları öyle güzeldi, yok yaşam sanki zamanda donmuş gibiydi, aman efendim bir vadisi vardı ki görmeden dönmek katiyen olmazdı. Tüm bunlara karşın yine de Vinales’i listeye tereddütlü bir şekilde ekledim.
Gidilecek destinasyon Küba olunca oradayken internete erişimim kısıtlı olacak, gitmeden her detayı düşünmeliyim telaşına düştüm ve internette karşıma çıkan tüm yorumları okudum da okudum. Havana’da bir gün geçirdikten sonra Vinales’e gitmeye ve şehirlerarası otobüs şirketi Viazul’u kullanmaya karar verince, internette Viazul’a dair de detaylı bir araştırmaya giriştim.
Aslında seyahat öncesi araştırma yapmak iyi de bazen başkalarının gözünden gereksiz önyargılara kapılıyorsun, o da pek iyi olmuyor sanırım. Bende de durum biraz öyle oldu. İstemeden de olsa internette okuduğum olumsuz yorum ve detayları daha çok aklımda tuttum sanırım. Efendim Viazul ile seyahat edeceksek bavulumuza çok dikkat edecekmişiz, etmezsek bavulumuzu bir daha göremezmişiz. Otobüste tuvaletler çok kötü durumdaymış. Uzun yolculuklarda açlıktan ölsen mola yerlerinde yiyecek birşey bulamazmışsın. Ya Viazul otobüslerindeki klima sorununu ne edecektim? Öyle bir açıyorlarmış ki bildiğin donuyormuşsunnnn! Ay açmayın kardeşim klimayı o kadar!
Daha neler neler. İşte ben de dediğim gibi tüm bunları okuyup işi fazla ciddiye aldım. Savaşa hazırlanır gibi gittim otobüs garına. Yolculuk öncesi şortumu çıkarıp pantolonumu giydim, yanıma da montumu aldım hatta neme lazım diyerek bir de şal aldım. Otobüs durağında da alarm durumuna geçtim resmen, gözlerimi dört açtım ki bavulum ve ben Vinales’e birarada varabilelim. Netice noldu derseniz, bunların hepsi abartılı şeylermiş onu anladım. Boşu boşuna kendimi gerdiğimle kaldım. Gayet medeni ve normal bir yolculuk yaptım. Ne bavulum kayboldu, dahası ne kaybolacağı bir ortam vardı, ne de dondum. Gayet güzel bir yolculuktan sonra Vinales’e vardım. Yol boyunca yanına oturduğum Kübalı müzisyen ile sistemin Kübalıların hayatına dair etkileri hakkında laflamak da işin bonusu oldu.
Vinales’e varır varmaz dönüş biletimi aldım. Çarşamba öğleden sonra varmıştım, dönüşümü de Cuma öğlen otobüsüyle yapmaya karar verdim Herşey ayarlanmış olduğuna göre artık vakit Vinales’in keyfini çıkarmakta diyerek bavulumu kalacağım eve bırakıp kendimi dışarıya attım. Ama bir saçmalık neticesinde, yürümem gereken esas yerler yerine manasız bir rota takip ederek çok yorucu bir yürüyüş yaptım. Pek keyifli bir başlangıç olmadı. Devamında içime çöken güzelim Havana’yı geride bıraktım boşu boşuna, şimdi burada Cuma öğlenine kadar ne yapacağım hissi de pek iyi olmadı. Neyse akşama dışarı çıkınca açılırım dedim ama akşam yemeğinden sonra direkt uykuya dalınca da bir yerleri keşfedemedim. Bu arada, kaldığım evin sahibinin beni ikna etmesi neticesinde ertesi gün vadide yapacağım yürüyüş turunu at turu olarak değiştirdim. At turu mu? İyi de ben daha önce hiç ata binmedim ki! Neyse artık bir maceradır gidiyor deyip olayları ve kendimi akışa bırakmaya karar verdim ve yorgunluktan sızarak uykuya daldım.
Ertesi sabah at turu için erkenden grupla buluşma noktasına gittim. Toplamda 7 kişilik bir grubuz. Atımın adı Daiquiri (Rom ile yapılan şu meşhur kokteylin adı). Sakin bir at gibi duruyor ama tedirginim azıcık. Yine de şanslıyım atlardan bir tanesinin ismi İspanyolcada “az biraz deli” anlamına gelen Poco Loco! Ona da denk gelebilirdim diyorum ki tur başlayınca atların pek deneyimli olduğunu görüp rahatlıyorum. Endişeye mahal yok, atlar yolu biliyorlar ve gayet de söz dinliyorlar. Başımızda da İtalyan isimli Kübalı rehberimiz Giovanni var. Laf aramızda kendisi biraz poco loco! Durmadan şakalar yapıp, yüksek sesle komutlar vererek ekibi ve atları yönlendiriyor. Gruptaki Meksikalıya en yüksek sesiyle her seferinde “Mehikanoooo” diye seslenişi hala kulaklarımda!
Grupta benim dışımdaki herkes İspanyolca biliyor. Şakalar espiriler belli ki havada uçuşuyor, benim payıma da pek bişey anlamadan kibarca gülümsemek düşüyor. Ama dörtbuçuk saat süren tur boyunca hiç sıkılmıyorum. Tam aksine mest bir şekilde vakit geçiriyorum. Hep şahane yerlerden geçiyoruz. Doğa harika, tablo gibi. Tütün tarlalarının içinden geçiyoruz. Kahve ağaçlarını görüyoruz. Tütün tarlalarını ziyaretimizde puronun nasıl yapıldığını izlemek bile keyifli geliyor ki normalde acayip sıkılırım bu tür şeylerden.
Günün sonunda çekinerek gittiğim at turundan büyük keyif alarak dönüyorum. Ancak yine de bu durum, ben burada nasıl vakit geçireceğim hissimi gidermeye yetmiyor ve at turu dönüşünde ertesi gün öğlene olan otobüs biletimi sabah otobüsüne aldırtıyorum.
Akşam üzeri az biraz soluklanıp fotoğraf çekmek için sokaklarda turlamaya başlıyorum ve aslında ilk günümde kendimi niyeyse saçmasapan rotalara sürüklediğimi bir kez daha anlıyorum. Dünden farklı olarak etraf gayet canlı, cıvıl cıvıl görünüyor. Bana verdiği his bir önceki günden çok farklı. Evet şimdi burası için söylenen o güzel sözler yavaş yavaş anlam kazanıyor. Vinales gerçekten de zamanda donmuş gibi, apayrı ve rengarenk bir yer. Durmadan fotoğraf çekiyorum çünkü nereye baksam fotoğraflık bir manzarayla karşılaşıyorum. Film platosu gibi geliyor heryer gözüme ama aslında benim gerçek olduğuna inanmakta zorlandığım bu yaşam tarzı orada yaşayan insanların realitesi. İyi mi kötü mü bilemiyorum. Derin mevzu şimdilik teğet geçiyorum.
Yorucu bir at turunun üzerine uzunca bir süre dolanınca bacaklarım bana artık otur demeye başlıyor. Bir cafeye oturuyorum ve aslında sabah kahvaltısından beri birşey de yemediğimi farkediyorum. Hava oldukça nemli ve sıcak, kendime azıcık esen bir masa bulup çöküyorum. Birşeyler atıştırırken bir taraftan da geleni geçeni izliyorum. Çok mu mutluyum ne! Evet oldukça. Heyecanım içime sığmıyor. Yanımda konuşacak kimse yok, E! internet de yok. Havana’daki ilk günümde notlar almaya başladığım defterimi çıkarıp yazmaya başlıyorum. Yazmazsam çatlayacağım çünkü! Bu esnada at turunda birlikte olduğum Fransız kızlar bulunduğum mekana geliyor. Oydu buydu laflarken akşama meydandaki barda müzik varmış gidelim mi diyorlar. Ay gidelim tabii, durduğumuz kabahat! Sözleşip ayrılıyoruz ve birkaç saat sonra barda buluşuyoruz.
Yerel şarkıcılar ve gruplar, yerel dansçılar, bir miktar çekingen ve dans edemeyen turist ile dans etti mi insanın gözünü ayıramadığı Kübalılar var barda. O gece orada, oldukça yerel olan o barda şahane vakit geçiriyorum. Çalan müziklere, etrafımda gördüğüm yüzlere, gökyüzündeki dolunaya bakıp film sahnesi mi şu ortam diye kaç kez düşünüyorum gece boyunca. Ben mi Küba’da iyi vakit geçirmeye teşneyim yoksa Küba gerçekten çok mu güzel bilemiyorum. Ama neticede aslında pek de iyi başlangıç yapmadığım Vinales’te ikinci günümde çok mutlu oluyorum.
Sabah uyandığımda, hay allah keşke otobüs biletimi öğleden sabaha değişmeseydim diyorum. Hemen ayrılmak istemiyorum bu sefer de Vinales’ten. Hoş! Benim için bu tip kararsızlıklar çok olağan. Dakikada bin fikir değişir yine de döner dolaşır acaba derim ben. Bu sefer de öyle oluyor.
Cuma sabahı başım öne eğik tekrar durağa gidip biletimi yeniden öğlene almaya çalışıyorum. Yer yok! Neyse artık karar verdim öğlen döneceğim diyerek önlerinden her geçtiğimde ısrarlı bir şekilde “taxi colectivo” diye diye bana taksi rezervasyonu yaptırmaya çalışan durağa yöneliyorum. Adımı başkalarıyla paylaşacağım bir taksiye yazdırıp mutlu mutlu daha çok fotoğraf çekmek için sokaklara dönüyorum.
Vinales’te yarım gün daha geçirip taksiyi beklemeye koyuluyorum. Sanıyorum ki durağın önünde gördüğüm sarı modern taksilerden gelecek. Ama evin kapısında kocaman, yeşil bir Chevrolet belirince yanıldığımı anlıyorum. Başka iki yolcuyu daha alıp yaklaşık 3 saat sürecek Havana yolculuğumuza başlıyoruz. Ama ne yolculuk!
Tasvir etmem gerekirse, arabada haliyle klima olmadığından camlar sonuna kadar açık, saçlarımız bir o yana bir bu yana savruluyor. Sakın aklınıza “kızın saçları nazlı nazlı rüzgara karışıyordu” gibisinden romantik bir sahne gelmesin çünkü rüzgardan çarpılmışa dönerek ineceğiz arabadan en sonunda. Diğer taraftan, şoförümüz müziğin sesini sonuna kadar açıyor. Arkadaki zavallı kızlar çantalarındaki kulak tıkaçlarını takmak zorunda kalıyorlar diyeyim siz sesin yüksekliğini hayal edin. Ben şanslıyım yine, önde oturuyorum. Yolculuk boyunca şoför birçok defa duruyor yolda. Susadım diyor içecek birşeyler almak için duruyor, arabaya bagajdan çıkardığı bidondan benzin doldurmak üzere duruyor, yolda kalan başka bir arabaya yardım etmek için duruyor, hatta en sonunda iyice abartıp yol kenarında sarımsak satan seyyar satıcıdan bir salkım sarımsak almak için duruyor. Duruyor da duruyor! Biz de öyle arabada saçı başı dağılmış üç garip yolcu olarak bekliyoruz efendi efendi. Durum komik ama bir taraftan da “film gibi” hissi ortama yerleşiyor yeniden. Arkadaki kızlarla birbirimize bakıp kıkırdamaktan kendimizi alıkoyamıyoruz.
Yorucu ama aynı zamanda iyi ki yapmışım diyeceğim bir yolculuğun ardından Havana’ya varıyorum. Ve geldiğim günden beri diğer pekçok detay gibi bu 3 saatlik yolculuk da hafızamda unutmak istemeyeceğim bir an olarak yerini alıyor…