Bal yapmayan arı gibiyim son dönemlerde. Bloga yeni yazı yazmak istiyorum ama yazmıyorum, daha çok kitap okumayı planlıyorum ama elime aldığım her kitap yarım kalıyor, daha çok fotoğraf çekmek istiyorum ama yeni aldığım kameranın özelliklerini öğrenmeye çok üşendiğim için sonra bakarım diyip bırakıyorum, kendimi bildim bileli bilgisayarımdaki fotoğrafları düzenlemeyi planlıyorum ama hala her şey her yerde, daha çok spor yapayım forma gireyim derken de itinayla kilo alıyorum mesela– ki bu liste aslında çok daha uzun da buraya utandım temsili bir liste yaptım. Yapmayı planladıklarım bir tarafta, elinde telefon instagram senin twitter benim gezinip duran ben ise diğer taraftayım. Sanırım çok şey yapmak isteyip de hiçbirşey yapamama hastalığına yakalandım ya da şöyle diyelim tembellik tatlı geliyor.
Ha bu gün ha yarın diye diye ertelediklerim biriktikçe farkediyorum ki zaman da acımasızca ve deli gibi geçip gidiyor. Hatta artık eskisinden daha da hızlı geçiyor sanki günler. Bir bakıyorum pazartesi gelmiş, bir bakıyorum cuma olmuş, Ne güzel yaz geldi demeye kalmadan anam ne çabuk eylül geldi derken buluyorum kendimi. Şunun şurasında 4 ay kaldı yılın bitmesine, iyi ama biz daha geçen gün 2016’ya girmemiş miydik. Şaşkınım!
Bu ruh hali içinde, zamanı yakalama -o da ne demekse artık- telaşı içinde en azından önüme gelen fırsatları kaçırmayım bari diyorum. Bu motivasyonla gittiğim İrlanda seyahati gibi mesela. Kardeşimin iş için İrlanda’ya gideceğini duyunca hemen “ben de ben de!” diyerek olaya kendimi dahil ettim. İrlanda’ya dair özel bir ilgim yoktu ama en kötü kardeşceğizimle vakit geçirmiş, yeni bir yer görmüş olurum deyince aklımda yokken bir İrlanda seyahati planım olmuş oldu. Bu aralar, hiçbirşey yapmayan ben haliyle İrlanda’ya gitmeden önce de seyahate hazırlık namına hiçbir şey okumadım. Ne çıkarsa bahtıma diyerek elimi kolumu sallayarak gittim.
Dublin dışında nereye gidilir ne yapmak lazım pek bilmeyince haliyle ilk gün Dublin’de vakit geçirmek en cazibi göründü. Bize torpil geçen ılık ve güneşli bir havada şehrin sokaklarını uzun uzun dolandık. Güzel miydi? Evet. Seveni çok biliyorum ama niyeyse bende bir heyecan uyandırmadı Dublin. Ama yine de hakkını teslim etmek lazım ki bence zarif ve mütevazi bir güzelliği var şehrin.
Şehirde geçirdiğimiz ilk günün ardından seyahatimizin önceden belli tek planına sadık kalarak Wicklow Dağları’na gittik. Kardeşimin ayarladığı turun sabah 9’dan akşam 6’ya kadar süreceğini ilk duyduğumda ne yapacağız biz o kadar saat diye biraz söylendim ama günün sonunda iyi ki geldik diyerek mutlu mesut döndüm. Wicklow gezisi boyunca geçtiğimiz her yer şuraya mutlu küçük bir ağaç konduralım diyen Bob Ross tabloları gibiydi. Doğa ummadığım kadar güzeldi. Heryeri kaplayan mor renkli çiçekler, çiçeklerin rengini almış mor tepeler ve o çiçeklerin arasında otlayan herbiri pamuk şeker gibi pofidik koyunlar. Bu tablo karşısında insan mest olmaz da ne olur.
Bir sonraki günümüzde balıkçı kasabası olan Howth’a gitmeye karar verdik. Havanın güneşli ve ılık olması mı yoksa deniz ve gökyüzünün içiçe geçmiş olması mı bende bu izlenimi yarattı bilmiyorum ama bir Akdeniz kasabasında geziyormuşum hissiyle dolandım Howth’da. Etrafta zeytin ağaçları da olsaydı tam olacaktı sanırım. Kasabanın etrafında yaptığımız uzun yürüyüşün ardından kendimizi limandaki minnak ama şirin restoranlardan birine attık. Hava güneşli, yemek lezzetli üstüne de deniz havası. Mis!
Son gün, bulunduğumuz bölgeye aslında ters kalan bir noktada olan Cliffs of Moher’e gitmeye karar verdik. Bu, yaklaşık 3 saat gidiş 3 saat dönüş araba kullanmak demekti ama daha iyi bir alternatifimiz yok nasıl olsa diyerek yola düşerek günün sonunda iyi ki yapmışız dediğimiz bir günü daha listemize eklemiş olduk. İrlanda’nın en çok turist çektiği söylenen doğal güzelliği Cliffs of Moher, Game of Thrones’un sahnelerinden fırlamış gibiydi. Sarp, kayalık, rüzgarlı, olabildiğine ihtişamlı ve çok güzel.
Cliffs of Moher’de farketmeden epeyce yürüyüp üstüne bir de kafamıza kafamıza rüzgarı yiyip dayak yemişe dönünce, yola düşmeden bir mola vermek şart oldu. Yakınlardaki Ballyvaughan köyünde soluklanıp yemek üstü kahveyle kendimize geldikten sonra dönüşe geçtik. Yorgunluk, yağmaya başlayan yağmur ve bizi bekleyen uzun dönüş yolu Ballyvaughan’da zaman geçirmemize imkan vermedi. Ancak o kısıtlı zamanda gördüğüm kadarıyla bile Ballyvaughan bende tekrar gelip daha uzun vakit geçirme hissi yaratacak kadar güzel bir yer izlenimi bıraktı. Bu arada yolculuk boyunca karşımıza çıkan serbestçe otlanan inekler, koyunlar, yemyeşil vadiler ve ormanlardan çok da bahsetmiyorum çünkü bunlar İrlanda’da bir vakitten sonra sıradanlaşıyor.
Ve bu seyahate dair son notlar: İrlanda tahmin ettiğimden güzelmiş ve hatta yemyeşil bir ülkeymiş, doğa ne harika şeymiş, ara ara şehrin dışına çıkmayı doğaya karışmayı ihmal etmemek gerekiyormuş, plansız hareket etmek bazen gayet de güzel olabiliyormuş ve irish scone çok bombastikmiş birşeymiş ama çok yememek lazımmış çünkü dönüşte tartılınca bünyede pişmanlık yapıyormuş .