Meksika’dan döneli neredeyse iki ay oldu… Bir seyahatin ardından yazacaksam, olabildiğince erken bir zamanda, henüz anılar tazeyken yazmayı tercih ediyorum detayları unutmamak için. Bu sefer vakit ayırıp yazamadım. Aradan kaynayıp giden anılar illa ki var ama Merida’ya dair unutmadığım birşey varsa o da ne kadar sıcak olduğu!
Sıcak ki ne sıcak! Durduğun yerde terleten cinsten!Ben bir yere sıcak diyorsam Kıbrıslı olduğumu ve sıcak konusunda limitlerimin yüksek olduğunu da gözönünde bulundurun derim.
Meksika seyahatini planlarken son durağın deniz kenarı olmasını istiyorduk. Şöyle seyahatin yorgunluğunu atabileceğimiz 3-4 gün soluklandıktan sonra dönüşe geçeceğimiz bir seyahat planı yapmak niyetindeydik. Orası mı burası mı derken neticede seyahatin son ayağının Tulum olmasına karar verdik. Bizim yolculuğumuz Mexico City’den başlayıp Oaxaca ile devam edecekti. Oaxaca Meksika’nın orta kısmına denk gelen bir bölge olunca ve yolculuğumuzun son ayağının Tulum olmasını kararlaştırınca, Oaxaca ile Tulum arasında bir şehri daha rotaya almaya karar verdik. Böylelikle Yucatan bölgesinin başşehri kabul edilen Merida da listeye dahil olmuş oldu.
Meksika devasa bir ülke, otobüsle rahat seyahat ediliyor edilmesine ama on saati aşkın bir zaman otobüsle seyahat etmenin de bir mantığı yok diye düşünerek Oaxaca’dan Meksiko City aktarmalı bir uçak yolculuğuyla öğle saatlerinde Merida’ya varıyoruz. Uçağın saatini de şuursuzca sabahın kör vaktine seçmişiz, sabahın karanlığında vedalaşıyoruz güzel Oaxaca ile.
Yarı uykulu yarı uyanık uçağa binince de Merida’ya varışımıza dair ilk hedefimiz kalacağımız yeri bulup öğleden sonra uykusuna kendimizi teslim etmek oluyor.
Gittiğimiz dönem yağmurların hafif hafif başladığı dönemdi aslında. Birkaç kez öğleden sonra yağmuruna yakalandık hal böyle olunca. Merida’ya varışımız da bu yağmurlu öğleden sonralarından birine denk geliyor. Hem nemli bir sıcak hem yağmur diyeyim, içinde bulunduğumuz sauna ortamını siz hayal edin. Kalacağımız yer Airbnb üzerinden ayarladığım Villa Merida adında büyükçe bir villa. Nasıl bir yer olduğunu görmek için sabırsızlanıyorum.
Adresi buluyoruz ve nereye geldik diye bakıyorum. Dışarıdan sadece bordo renk bir duvar görüyorum. Başka da bir halt yok. Sonrasında kocaman ahşap kapıyı açıp içeriye giriyorum ve gerisi cennet!
Upuzun kapılar ve pencereler, yüksek duvarlar, çok güzel iki iç bahçe, şahane detaylar. Hele ki o güzelim yer karoları! Sessiz, gölge ve geniş koridorlardan yürüyerek odamıza doğru gidiyoruz. Yüzümü ilk andan bir mutluluk kaplıyor. Odamız bu kocaman kolonyel tarzdaki villanın ikinci katında havuzun olduğu bahçeye bakan kocaman bir oda. Odada iki adet tavan pervanesi kapalı panjurların gölgelediği yatak odasını serinletmiş. Bembeyaz yatak örtüleri, dışardan gelen daha önceden aşina olmadığım kuşların ötüşü. Sanki Mayıs 2017’nin bir öğleden sonrasında değil de Gabriel Garcia Marquez’in anlattığı zamanlardayım.
Dediğim gibi ilk hedef uyumak ama açlık ağır basınca fikir değişiyoruz. Duş alıp, şemsiyemizin altına sığınıp yürüyerek gidebileceğimiz mesafede bir yer bulmaya karar veriyoruz. Neresi olsun derken, listeme not ettiğim yerlerden biri olan La Negrita‘ya gitmeye karar veriyoruz. Yaklaşık 20-25 dakika yürümemiz gerekiyor burası için, neyse ki yağmur duruyor. Yürüyüş yapmak “acaba Merida büyük ve kişiliksiz bir yer mi çekinceme” de iyi geliyor. Tam tersine renkli ve güzel mi güzel sokakları olan bir yer.
La Negrita’ya varınca bir de bakıyorum ki şehrin en popüler yerlerinden birisine gelmişiz. İçerisi tıklım tıkış. Bir uğultu ki sormayın gitsin. Oturacak yer bile yok. Sonrasında garsonu ikna edip barın dar bir köşesine ilişmeyi beceriyoruz. Barda oturunca içkilerin hazırlanışını da görüyorum haliyle. La Negrita’da olay gazoz ve buz ekseninde dönüyor dersem yalan olmaz sanırım. Kocaman bir bardak al, bas Sprite’ı bas buzu, azıcık da şarap ekle al sana Sangria! ama kimsenin bunu taktığı yok, millet çılgınca geliyor. Biz karnımızı doyurmak için birşeyler söylüyoruz, gelen yemeklerin de bir hayrı yok. İlginç bir şekilde mekandan kalkasımız da yok ama! Biz de diğerleri gibi mekanın enerjisine kendimizi kaptırıyoruz sanırım. Sonra Küba müzikleri çalan bir grup sahne almaya başlıyor. Ah Küba! bir kez daha aklıma düşüyor. Sen ne güzeldin ya! Ve bir bira daha, bir mezcal daha diyerekten saatlerce orada takılıyoruz ve gayet de eğleniyoruz.
La Negrita çıkışı yürüyerek eve dönüyoruz. Ama nasıl bir nem nasıl bir sıcak var, resmen ayaklarım şişiyor. Bitkin halde eve varıyoruz. Kapıdan giriyoruz, sessiz her yer, sadece havuzun bulunduğu bahçeden dingin bir müzik geliyor gecenin karanlığında. O tarafa doğru yönelince evin yönetiminden sorumlu Naima’nın havuzda olduğunu görüyoruz. Müzik de onun seçimi. Haydi şu havuzun keyfini kaçırmayın, mayolarınızı giyip gelin hemen diyor. Hiç itiraz etmeden dediğini yapıyoruz. Fonda şahane bir müzik, sıcak bir günün ardından havuzun serinliği, gecenin karanlığı, o evin ve bahçenin güzeliği derken rüyadaymış gibi bitiriyoruz Merida’daki ilk günümüzü.
İkinci gün araç kiralayarak tarihi Chichen Itza kalıntılarını ziyaret etmeye karar veriyoruz. İtiraf edeyim canım hiç gitmek istemiyor ama buraya kadar gelip de gitmezsem pişman olacağım diye hissediyorum. Bir de Merida’nın etrafında ziyaret edilebilecek o kadar çok yer var ki, kısıtlı zamanda hangisine gideyim ne yapayım diye tereddüt etmemek imkansız. Birine gitsen diğerinde aklın kalıyor.
Neyse dediğim gibi biz hakkımızı Chichen Itza’dan yana kullanıyoruz. Kocaman bir antik şehir, etkileyici mi? Evet ama sıcak be yav! güneş başımıza geçiyor! Ardından da Yucatan bölgesine özgü doğal çöküntülere dolan kaynak suyu ile oluşan doğal havuz olarak tarif edebileceğim cenotelerden birinde yüzmek istiyoruz ama bulduğumuz cenote biraz fazla doğal olunca, kurbağalı, börtü böcekli suya uzaktan bakıp şehre geri dönmeye karar veriyoruz.
Akşama kafamızda bir yer belirlemeden merkeze gidiyoruz ve şehrin meşhur meydanlarından birisi olan Parque de Santa Lucia’daki restaurantlardan birini gözümüze kestirip çöküyoruz. Neticede de vasat bir yemek yiyip, Merida’daki bu ikinci günümüzde turistliğin tüm gereklerini yerine getirmiş olmanın haklı gururuyla eve dönüyoruz.
Ertesi gün sıcağa yakalanmadan fotoğraf çekebilmek için güne erken başlamaya karar veriyorum ve sabah 7 gibi kendimi sokağa atıyorum. Yürüme mesafesindeki sokakları arşınlamaya başlıyorum. Meksika’nın ziyaret ettiğim diğer iki şehrindeki gibi burada da renkli detaylar her yerde. Bir de vosvoslar! Evet neredeyse her kapının önünde bir vosvos var, niye bilmiyorum ve kimseye de nedenini sormuyorum doğrusu!
Dolaşırken emin oluyorum ki Merida güzel bir şehir. Etkilenmemek mümkün değil. Her yer sakin ve huzurlu. Meksika’ya gelirken en büyük tereddütüm güvenlikti. Ziyaret etmek için seçtiğimiz bölgelerin de böyle hissetmemde etkisi var muhakkak, ancak ben güvenlikle ilgili tek bir tereddüt hissetmeden bitiriyorum seyahatimi.
Biraz dolanıp fotoğraf çektikten sonra soluklanmak için eve dönüyorum. Planımız El Barrio Cafe‘de kahvaltı edip dolanmaya devam etmek. Ancak El Barrio Cafe oldukça güzel ve rahat bir yer çıkınca, önce kendimizi lezzetli kahvaltıya gömüyor ardından da uzun uzun sohbete dalıp aynı yerde epeyce pinekliyoruz.
Sonrasında dolanmak için sokağa çıkıyoruz ama saat öğlen olunca en akıllıcasının eve dönmek olduğuna karar veriyorum. Zaten aklımda geldiğim günden beri evin o güzel bahçesinde aylaklık etme fikri var. Eve dönüp kitabımı alıp havuzun yanına iniyorum ama kitaptan bir sayfa bile çeviremeden kendimi, bahçenin gölgesinde, uyku ile uyanıklık arasında gidip geldiğim o arafta kalmışlığın yarattığı miskinlik haline teslim ediyorum. Ta ki hala dışarda olan arkadaşım eve dönene kadar.
Öğleden sonrayı ağırdan almak iyi geliyor vücuduma da ruhuma da. Akşam üzeri serinliği çökene kadar bahçede takılmaya devam ediyorum.
Akşam için Meksika mutfağına ve acıya biraz ara verip methini duyduğumuz bir İtalyan lokantasına gitsek mi diye düşünüyoruz. Ama bir taraftan da Meksika’ya gelip İtalyan mutfağı denemek konusunda biraz tereddütlüyüz! Havuzun başında bir taraftan müzik dinleyip bir taraftan da nereye gitsek diye konuşup dururken Naima yanımıza gelip sohbete dahil oluyor. Gitmeyi planladığımız restaurantı ona da söyleyince ve o da “müthiş orası, mutlaka ahtapotunu deneyin” diyince, Oliva Enoteca‘ya gitme fikrine ısınıyoruz ve yola düşüyoruz. Neticede de denildiği kadar lezzetli bir akşam yemeği yemiş oluyoruz. Merida’daki son gecemiz için gayet güzel bir kapanış oluyor bence.
Ve böylece lezzetli yemeğin ve içilen içkinin bünyemizde yarattığı rehavetle ertesi gün Tulum’a doğru yola çıkmak üzere mutlu mutlu eve geri dönüyoruz…