7 numara! İşte bu önemli, bunu aklında tut!
7 numaraya bin John Lewis durağına gelince in. Ofise kadar biraz yürümen gerekecek en iyisi spor ayakkabılarını giyip git, ofiste değişirsin nasıl olsa! Çantanda mutlaka bir de şemsiye bulundur, baksana havanın ne olacağı belli değil. Akşam üzeri eve dönüşte de yine 7 numaranın geçtiği durağa kadar yürü, otobüste öyle dalıp gitme, gözünü aç biraz. Şu sokağın köşesindeki pub’ı gözüne kestir onu geçer geçmez in!
İşte bunlar benim Londra’ya geldiğimde aklıma yerleştirdiğim en önemli detaylar!
17 yaşımda üniversite için Ankara’ya gittiğimde de ilk günlerde yanımda olan annem bana en başta bunu öğretmişti. Yani yurttan okula okuldan yurda nasıl gidip geleceğimi. Ben de şimdi aradan geçen onca yılın ardından yeni bir şehirde ilk olarak kendime bunu öğretiyorum. Evden-ofise, ofisten-eve nasıl gidip geleceğimi öğrenirsem gerisi gelir nasıl olsa diyorum.
Böyle yazıya tepeden bir giriş yapmış gibi oldum! Ne londrası ne 7 numarası diyor olabilirsiniz. Gerçi bu yazdıklarımı beni tanıyanlar dışında birisi okuyor mu pek emin değilim ya neyse! (merhaba anneciğim! Gülfemciğim Sarpcığımı öp benim için, kızlar odada bensiz hayat nasıl? Oooo! Pınar hanımlar da buradaymış!)
Yine de en iyisi hayatımdaki değişiklikten haberi olmayanlar için başından anlatmaya başlayım…
Blogda uzun bir aranın ardından yeniden yazı paylaştığım son seferde büyük bir şevkle başlığını yeniden merhaba koymuştum. Sanmıştım ki o gazla artık ben tarif üstüne tarif yazı üstüne yazı paylaşacak, aktif dinamik bir blogger olacaktım. – “Evet burada muhabbetimize bir şarkı arası veriyoruz değerli dinleyenler! o güzel sesiyle Emel Sayın bizim için söylüyor ve rüyalar gerçek olsa diyor efendim!”
Sonuç olarak olaylar hayal ettiğim gibi gitmedi ve günün sonunda bana düşen ara ara blogu ziyaret edip “yeniden merhaba” başlığını görüp “bu başlığı böyle atmasaydım iyiydi!” demek oldu! Neyse artık olan oldu biz bugüne bakalım…
Evet anladığınız üzere artık Londra’dan bildiriyorum. Bir süreliğine de buradan bildirmeye devam edeceğim…
İşte bu Londra’ya taşınma telaşesi içinde blog da öyle mahzun öyle bir başına kaldı. Bir ara ne yalan söyleyim ironik bir şekilde o “yeniden merhaba” başlığıyla blog serüvenimi noktaladım galiba diye düşündüm. Ama yeniden buradayım ve bu satırları sizinle paylaşıyor olmaktan da pek mesudum…
Bu yazı herzamanki yazılardan farklı olacak. Bu sefer bir tarif yok. İşin kötüsü bir süre daha da tarif paylaşabilir miyim onu da bilmiyorum. Niye derseniz! Fotoğraf makinem dışında hiçbirşeyim yok yanımda. Yemek kitaplarım, mutfak araç gereçlerim, fotoğraf için kullandığım ıvır zıvırlarım ve en önemlisi de mutfağım Kıbrıs’ta ben ise buradayım!
Aslına bakarsanız ben de blog nereye doğru gidecek pek bilmiyorum. Belki işe, yeniden tarif paylaşmaya başlayana kadar, şu adres çubuğunda beliren yemek blogu ibaresini kaldırarak başlayabilirim. Ne yapalım bir süreliğine burası öyle serbest çağrışımlı bir blog oluversin. Yoksa ben istemez miyim yeni tarifler paylaşmayı ama ne edelim, durumum yok!!!
Mesela diyorum ki size henüz geride bıraktığım Londra’daki 3 haftamı anlatarak başlayım. Londra’da 3 hafta dediğime bakıp öyle Londra seyahat rehberi filan gibi bişey hayal etmeyin sakın. Okuyanın aslında hiçbir işine yaramayacak tamamen kişisel nitelikli gözlemlerimi ve deneyimlerimi paylaşmayı planlıyorum sizinle. İsterseniz bundan sonrasını merak etmeyenlerle burada vedalaşalım. Bizim yolumuz uzun sizi de sürüklemeyelim oraya kadar! Zaten tarifli yazı paylaşınca başlığından anlarsınız, o zaman tekrar görüşürüz…
Londra’ya gelmemin üzerinden yaklaşık olarak 36 saat filan geçmesiyle birlikte öncelikle bünyemi ben buraya adapte olamadım, yapmam gereken bir sürü şey var ve ben hiçbirşey yapmıyorum gibi saçma bir his kaplıyor. Hayır 1,5 günde neyin adaptasyonunu sağlamayı bekliyordum onu da bilmiyorum ya neyse!
İşte bu histen mütevellit ruhumu saran telaşla öncelikle yukarıda da anlattığım gibi hemen ofise gidiş geliş yolunu aklıma kazıyorum ve geldikten iki gün sonra da eve yakın bir yerde pilates yapabileceğim bir salon aramaya koyuluyorum. Londra’ya taşınmadan önceki son 3 ayda hayatımda ilk defa düzenli spor yapmanın verdiği görgüsüzlüğe yorun siz bu telaşımı! Yoksa öyle hayatında spor olmadan yapamayan insanlardan filan olamadım hiç! Oydu buydu derken ben ikinci haftanın sonunda bir spor merkezine yazılmayı başarıyorum. Katılabileceğim programlar arasında da zumba olduğunu görünce, arkadaşımın verdiği “senin ritm duygun çok iyi bunu aslanlar gibi yaparsın” motivasyonunu oldukça ciddiye alarak zumba sınıfına yazılıyorum. Sınıf kalabalık ben ise kendimden eminim, yaparım ben bunu arkadaş! Koskocaman boydan boya ayna kaplı sınıfa giriyorum. O ne biçim ayna be! Sihirli aynalar gibi boyum mevcut boyumun yarısı kilom ise mevcudumun iki katı görünüyor. Bacak boyumsa hiç bu kadar kısa görünmemişti. Geldiğimden beri yemeği biraz kaçırdığımı kabul ediyorum da bu kadar mı kaçırdım diye düşünürken yanımdaki kadının da aynı şeyden şikayetçi olduğunu duyuyorum allahtan! Aynalar bozuk şekerim!!!
Bu esnada tüm aktifliği ve pozitifliğiyle hoca sınıfa giriyor ve ders boyunca hareketlere takılmayın içinizden geldiği gibi takılın diyor. “isteyen kafasına göre takılsın! Benim ritm duygum var bi kere! ben hareketin hakkını veririm” diyorum! Ama dediğimle de kalıyorum. Ay o ne zumba dersiydi öyle ya! Hoca hareketi yapıyor ben onu yapana kadar o ikinci hareketi tamamlamış oluyor ve bir saat boyunca hiç ama hiç durmuyor. Hopluyor zıplıyor dans ediyor, kıvırıyor. Ben ise vücuduma söz geçirmeye çalışıyorum. Kollarım özerkliğini ilan etmiş gibi benden bağımsız takılıyor. Bi ara aynada kendime bakıyorum, benliğimden soğuyorum resmen! hocayla aynı doğrultuda hareket ettiğini sanan ama sadece manasızca sekip dönen bir insanım o an! Tek tesellim tüm sınıfın insiyatifi ele alıp bireysel olarak takıldığını görmek. Yani aslına bakarsanız o gün epey sayıda insan, gönüllü olarak bir salona doluşup kan ter içinde kalana kadar sekip durduk. Hayır bunun için hocaya gerek yoktu çünkü biz kadının yaptığı hiçbişeyi yapmadık neticede! Sonuç olarak o gün o zumba dersinde naptık hiç anlamıyorum ama o bir saat boyunca ne çektiğimi bir ben biliyorum!!! Böylelikle zumba kariyerimi orada bir derste sonlandırıp kendime pilates sınıfından bir yer ayarlıyorum. Pilates iyi pilates!
Ve evet Londra’nın havası gerçekten kötü. Gerçekten denildiği gibi. ..
Ben Akdenizin bağrındaki bir adadan kopup gelmişim. Söyleyeceğim lafın bu konuda pek değeri yok ama yine de havalar biraz karanlık ve serin mi sanki. Kuzey yarım küre için mevsim yaz olmuş ama ben hala mont giyiyorum. Bunlar kolay kabul edilecek şeyler değil!!!
Sabahleyin kış havasıyla başlayıp öğlene yaza geçiş yapıp akşam üzeri de yağmurla kapanışı yapabiliyorum çoğunlukla. Ya da cumartesini günlük güneşlik bir ortamda ince kıyafetlerle geçirmişken pazar günü montumu giyip boğazıma da birşey sarsam mı diye düşünüyorum! Pek yakında zaten deniz-plaj fotoğraflarını da seri bir şekilde paylaşmaya başlarsınız bana da like etmek düşer, tam olur! Vay bana vaylar bana!
İnsanların da kafası bu konuda karışık biraz gördüğüm kadarıyla. Yoksa aynı hava durumuna uyanıp parmak arası terliğiyle sokağa çıkanla paltosuyla ve botuyla çıkanın nasıl bir açıklaması olabilir ki? Ya da sokakta sıklıkla karşılaştığım insan manzaralarından biri olan üstten gayet kalın bir mont giymişken altına açık ayakkabı giyenlerin nasıl bir motivasyonu olabilir anlamak istiyorum… Çok da kafa yormuyorum çünkü başımda daha ciddi dertler var. Mesela Bozuk paralar!
Evet geldiğimden beri başımda bir bozuk para belası var!!! Bozuk metal paraları birbirinden bir türlü ayıramıyorum. Hayır niye bu kadar zorlandığımı da anlayabilmiş değilim. Nasıl oluyor da oluyor cüzdanımın bozuk para gözü her daim ağzına kadar dolu! Cüzdan değil sanırsın bir dumble! Öyle bir ağırlaşıyor ki!
Nasıl oluyor dediğime bakmayın aslında niyesini gayet iyi biliyorum. Bozuk paraları tanıyamadığım için ödeme yaparken “aman kim uğraşacak yahu” deyip her seferinde kağıt parayla ödeme yapıyorum. Haliyle para üstünü de pozuk madeni para olarak alıyorum. Sonra vay efendim niye bu cüzdan bu kadar ağır! Gerçi şu günlerde hakkımı yemeyim çok ilerleme kaydettim! 1 ve 2 poundları tanımaya başladım. 50 penny de şu bakır renk olan mıydı? Yok yok kenarları köşeli olandı galiba!!!
Diğer bir mağduriyet yaşadığım konu ise yer-yön bulmaktaki kabiliyetsizliğim. City Mapper diye çok güzel bir uygulama var. İndir bunu çok işine yarayacak dediler hemmeeen indirdim! Hangi ulaşım aracını kullanarak nasıl bir güzergahla gidilebileceğini gösteren ve gitmek istediğin yere varmanı sağlayan şahane bir uygulama! Bu sayede yabancı bir şehirde istediğin yere gitmek oldukça kolay! Kolay da bana mı kolay! sana kolay!!! Benim gibi yön duygusu az gelişmiş insanlar için harita okuyup bir yere varmaya çalışmak hiçbir hal ve şartta kolay değil. Yani aslında City Mapper sayesinde varmak istediğim her yere bir şekilde vardım ama nasıl vardım! Bazen iki adım ötemdeki sokağa çok acayip yollardan dolanarak gittim. Bir keresinde aynı alan içerisinde hangi yöne gideceğimi bir türlü kestiremediğim için yolun bir o yanına bir bu yanına geçip geri gelmek suretiyle trafik ışıkları bulunan bir yol ağzının 4 tarafına gidip gidip geldim. Bir keresinde de normal şartlarda 12-13 dakikada varmam gereken bir yere yalan olmasın birbuçuk saatte gidebildim sanırım. Ama vardım mı diye soracak olursanız? Evet vardım!
İşte bunlar en başta söylediğim gibi hiçbir işinize yarayacağını düşünmediğim Londra’daki 3 haftama dair deneyimlerimin bazıları. Daha anlatırım da tadında bırakayım diyorum.
Bundan sonraki yazılarda daha işinize yarayacak tüyolar, notlar ve izlenimlerle buralarda olmayı temenni ediyorum. Kimbilir belki de yeni tarifler bile yayınlayabilirim. Hep birlikte göreceğiz. Bekleyin beni…