Bozcaada’daki ilk günümüzde elinde içine resimler çizilmiş tepsi ve sinilerle kocaman bir çınar ağacının altında konumlanmış Çiçek Pastanesi’ne doğru hızlı adımlarla yürürken gördüm onu. Aklımdan “kim bu yaşlı adam ve elinde tuttuğu o tepsiler de neyin nesi?” sorusu geçti. Adadaki ikinci günümüzde, öğle molası için biz de Çiçek Pastanesi’nde soluklanmaya karar verince pastanenin candan sahipleri Tahir Bey ve Şermin Hanım’dan hem bu yaşlı adamın hikayesini hem de adaya dair daha birçok hikayeyi dinleme fırsatı yakalamış olduk…
Sohbetimiz esnasında Tahir Bey’e dün gördüğüm ve aklıma takılan beyefendiden bahsediyorum ve böylece Metin Yağcıoğulları’nı ve hikayesini de öğrenmiş oluyorum. Aslen adanın yerlisi olmayan Metin Amca, 51 yıl önce Artvin Hopa’dan gelerek adaya yerleşmiş bir ressam ve bana göre yaptığı resimlerle adanın görsel kimliğine bilerek ya da bilmeyerek büyük katkı koymuş ve sokaklara ruh katmış. İşte bir gün önce, elinde gördüğüm o içi resimlerle süslü tepsiler de, satarak hayatını kazanmaya çalıştığı işlerinden bazılarıymış. Aslında biraz hüzünlü bir karakter Metin Amca. Çünkü ailesi yok, oldukça da yaşlı ve Tahir Bey’den dinlediğim kadarıyla kalacak yer konusunda da sıkıntıları var. Ama yaptığı resimler durumuna inat oldukça renkli, çocuksu ve insanı gülümseten cinsten. Adadaki pekçok diğer mekanın tabelaları gibi Çiçek Pastanesi’nin tabelalarını da Metin Amca yapmış, nam-ı diğer Foto Metin. Bizim ekipten Nilay, Metin Amca’nın hikayesini dinleyip durumuna üzülünce “versinler eline bir fırça boyaya boyaya gitsin” demişti de o an gülmüştük hepimiz onun bu önerisine. Ama şimdi düşünüyorum da Nilay’ın bu dileği gerçek olsa ne güzel olurdu. Böylece Bozcaada’nın o güzelim sokakları Foto Metin’in resimleriyle daha da bir renklenirdi, Metin Amca da rahat rahat geçinir giderdi…
Çiçek Pastanesi adanın önemli motiflerinden bir tanesi. Bozcaada’nın tek ekmek fırını. Adada yenilen ekmeklerin hemen hemen hepsi Çiçek Pastanesi’nin taş fırınlarında odun ateşinde pişiyor. Dondurmalarının sütleri ise Bozcaada’da yetiştirilen keçi ve ineklerden geliyor. Pastanenin hizmet verdiği taş bina eskiden adanın kütüphanesiymiş. Duvarları, adadaki pekçok işletmede olduğu gibi, ince, zarif ve güzel detaylarla süslü. Önündeki kocaman çınarın gölgesi ise tahmin ediyorum ki yazları Pastaneyi adanın sığınılası mekanlarından biri haline getiriyor. Pastane’nin kurabiyeleri ise apayrı bir güzellik. Benim gibi demli çay kurabiye ikilisi hayranlarını kolaylıkla tavlayacak cinsten.
Bence Çiçek Pastanesi’nin en takdir edilesi taraflarından biri de geçmişte adada yaşayan Rumların unutulmuş lezzetlerini tekrardan canlandırma gayreti içerisinde olması. Mesela Tenedos Kurabiyesi adını verdikleri damla sakızlı bademli kurabiyenin hikayesini anlatıyor Tahir Bey. Rumların neredeyse 150 yıl öncesinden beri kendi evlerinde özel günler için yaptıkları bu kurabiyeyi, geçmişte adada yaşamış Rum komşularıyla görüşerek, tarif ve reçete alışverişi yaparak ve en sonunda da birlikte mutfağa girip tekrar tekrar denemeler yaparak canlandırmayı başarmışlar. Bu hikayeyi dinlerken, elimdeki kurabiyeden bir ısırık alıyorum ve iyi ki de canlandırmışlar bu tarifi diye düşünüyorum. Diğer yandan da, yüzsüzlük yapıp tarifini istesem verir mi ki acaba diye aklımdan geçiriyorum. Ve aklımdan geçeni soruyorum. Tahir Bey de tüm kibarlığıyla tarifi veriyor ve haliyle beni mest ediyor. Tahmin edeceğiniz üzere bir sonraki yazıda damla sakızlı bademli kurabiye tarifiyle buralardayım…
Çiçek Pastanesi’nden kalkmadan akşam üzerinin planını belirliyoruz ve Bozcaada şarapları eşliğinde rüzgar değirmenlerinin eteğinde günü batırmaya karar veriyoruz. Ama rüzgar değirmenlerine gitmeden önce adanın arka tarafını arabayla keşfe çıkıyoruz. Bozcaada aslında küçücük bir ada. Ve temelde de iki yaşam tarzı var. Merkezde yaşayanlar ve bağ evlerinde yaşayanlar. Bozcaada demek aynı zamanda şarap da demek. Şarapçılık giderek gelişiyor adada. Çamlıbağ, Talay, Ataol ve Corvus en bilinen yerli şarap üreticileri. Her yıl Eylül ayında ise bağbozumu festivali eşliğinde o yılın hasadı toplanıyor. Şarapçılık adanın kültürünün önemli bir parçası olunca, adanın bağları da oldukça göz alıcı oluyor. Yemyeşil bakımlı bağlar ve hala baharın izlerini taşıyan çiçek dolu ovalar. Ege’de olduğumu gülümseyerek hissediyorum bir kez daha.
Adanın bu güzellikleri karşısında etkilendikçe bir zamanlar buralarda yaşayan ve adanın bu güzelliklerini, evlerini, arkadaşlarını bırakıp gitmek zorunda kalan Rumlar geliyor aklıma. Ege demek bir taraftan da mübadele demek, göç demek, özlemek demek… Bu coğrafyada Türklerin ve Rumların bu anlamda ne kadar da sıkıntı yaşadığını düşünüyorum.
Yaşanan tatsızlıklar nedeniyle bir gemiye binip adalarından ayrılan ve yaşadıkları yerlere son kez o gemiden bakan Türk ya da Rum fark etmeksizin tüm göç edenleri düşünüyorum. Bu duyguyu yaşamak daha doğrusu yaşatılmak zorunda bırakılan tüm insanları geçiriyorum aklımdan. Bir zamanlar Kıbrıs’ta aynısını yaşamak zorunda kalan ve köylerini bırakıp göç eden anneannem ve dedemi düşünüyorum. Bir sabah kalkıp, bir daha dönmeyeceğini bilerek evinin kapısını çekip, çıkıp gitmenin nasıl bir duygu olduğunu anlamaya çalışıyorum. İçim sıkılıyor düşünmemeye karar veriyorum ve kendimi yine manzaranın güzelliğine teslim ediyorum.
Bu ada turu esnasında yine bir mola vermeye karar veriyoruz. Ayazma sahiline karşı bira patates keyfi yapmak için Vahit’in Yeri’ne oturuyoruz. Ama daha oturur oturmaz bizim bira patates planı yerini mezeyle donatılmış bir masaya bırakıyor. İlk yazımda Bozcaada demek yemek-içmek demek derken boşuna konuşmuyordum herhalde! Ayazma ise masmavi, berrak denizi ve pırıl pırıl sarı kumsalıyla oldukça cazibeli.
Ayazmaya karşı keyif yaptıktan sonra şarap almak için merkeze dönüyoruz. Bozcaada’nın kendine özgü üzümlerinden yapılan Vasilaki, Kuntra, Çavuş, Karalahna’yı deneyip Çavuş’ta karar kılıyoruz. Sonra gün batımı için ver elini rüzgar değirmenleri. Ben sanıyorum ki bu süper plan bir tek bizim aklımıza gelmiş. Arabamızı rüzgar değirmenlerine doğru sürdükçe anlıyorum ki Bozcaada’da ziyaretçi olarak bulunan hemen hemen herkes bizimle aynı plan içerisinde. Herkes gün batımı için adanın batısına gelmiş. Demek ki rüzgar değirmenleri insanda böyle bir hissiyat uyandırıyor! Kendimize sakin bir köşe buluyoruz.
Şarabımızı açıyoruz ve güneşin batışını izlemeye başlıyoruz. Bir tarafta rüzgar değirmenleri bir tarafta batmakta olan güneşin güzelliği. O ortamda otururken, günün özetini gözümün önünde geçiriyorum ve “Tanrı Bozcaada’yı insanlar daha uzun ömürlü olsun diye yaratmış” diyen Heredot’a şiddetle hak veriyorum.
Adadaki son günümüz ise oldukça kısıtlı çünkü öğle 12 feribotuna binmemiz gerekiyor. Ama kararlıyız, Ada’daki zamanımızın her anını güzel değerlendirmek istiyoruz. Ben, Tolga ve Nuran Abla ekibimizin üç cengaveri olarak sabahın altısında uyanmayı başarıyoruz. Bu sefer de güneşin doğuşunu izliyoruz birlikte. Bu Bozcaada bizi pek romantik yaptı belli ki! Ardından fotoğraf çekmek için adanın dün gezdiğimiz arka taraflarına gidiyoruz yeniden. Uyku mahmurluğumuza rağmen, sabahın sessizliği ve serinliğinde ada daha bir güzel mi ne?
Gezintimiz sonrasında erken kalkıp yol alanlar olarak, ekibin geri kalanıyla, oldukça zengin bir kahvaltı sofrasında buluşuyoruz. Sonrasında da arabalarımızı feribot kuyruğuna bırakıp son bir çay keyfi için Çiçek Pastanesi’ne uğruyoruz. Pastane’de otururken bir anda aklımıza adadaki ilk günümüzde uğradığımız ancak kapalı olduğu için kapısından dönmek zorunda kaldığımız Bozcaada Kitapçısı geliyor. Hemen koşar adımlarla Kitapçıya gidip bir kez daha yokluyoruz. Bingo! bu sefer açık. İyi ki de tekrar uğruyoruz, çünkü bayılıyorum bu şahsına münhasır, küçücük ve hoş dekorasyonlu kitapçıya. Kapısındaki “Bazen Kapalıdır” notu bence ada ruhunun en güzel özeti.
Feribotun saatine çok az bir süre kaldığı için çabucak geziniyoruz kitapçıda. Ancak zamanın darlığı alışveriş aşkımızın önünde duramıyor. Kitapçıdaki eskici köşesi ilgimizi çekiyor. Ve Tolga 3 tane eski plak, ben ve arkadaşım Merve ise birer eski vintage çantayla mutlu mesut çıkmayı başarıp kalkmak üzere olan feribota doğru koşuyoruz…
Arayı açmadan görüşmek üzere hoşçakal Bozcaada…